25.7.03

Türkiye Üniversitelerinde Akademik Yayın

Türkiye’nin akademik yayınlarında üniversiteler arası sıralama belirlendi ve 2002’de yayımlanan 9 137 yayının 8 564’ü devlet üniversitelerinden çıktı. Yükseköğretim Kurulu’nun raporuna göre, en fazla bilimsel yayını, 832 yayınla Hacettepe Üniversitesi yaptı. Ardından 724 yayınla İstanbul Üniversitesi ve 610 yayınla Ankara Üniversitesi geliyor. Dördüncü sırada 462 yayınla Ortadoğu Teknik Üniversitesi var. 450 yayınla İstanbul Teknik Üniversitesi sıralamada beşinci olurken, Ege Üniversitesi 449 yayınla altıncı; Atatürk Üniversitesi 372 yayınla yedinci oldu. “İlk on” listesinin son üç sırasında ise 363 yayınla Gazi Üniversitesi, 261 yayınla Fırat Üniversitesi ve 250 yayınla Dokuz Eylül Üniversitesi var. En düşük yayın sayısına sahip üniversite ise 1 yayınla Mimar Sinan Üniversitesi oldu.

Bunlar devlet üniversiteleri idi. Değerlendirmeye alınan 23 vakıf üniversitesi de 2002 yılı içinde 573 yayın hazırladı. Bunlar arasında ilk sırayı, 175 yayınla Bilkent Üniversitesi aldı. İkinci sırada 157 yayınla Başkent, üçüncü sırada 67 yayınla Koç Üniversiteleri var.

Sonuçta, akademik yayın sayısında -devlet ve vakıf üniversiteleri açısından- her iki sıralamada da Ankara üniversitelerinin başta geldiği görülüyor.



24.7.03

4000 yıl yaşamak

Yabani zeytin ağacı normal şartlarda 750-800 yıl yaşarken, İtalya’nın Luras kasabasındaki bir ağaç 4000 yıldır ayakta ve ülkenin en yaşlı ağacı unvanına sahip. Her gün yüzlerce turist tarafından ziyaret edilen ağacın gövde çevresi 11 metre, kökleri ise 7 metreymiş. İşte bu tarihi ağaç, Ferrucia Üniversitesi Botanik Kürsüsü Başkanı Martino Baffigo yönetiminde, öğrencileri tarafından klonlanmış. Ağaçtan alınan polenler aşılama yoluyla yine kendi cinsinden ve DNA’sı aynı olan 50 yabani zeytin fidanıyla döllendirilmiş. Klonlanan yabani zeytin ağaçlarının en az 3000 yıl yaşayacağı tahmin ediliyormuş.


Güneş Soğutuyor!



Güney Afrikalı 18 yaşında bir genç, Bradley Matthews, güneş enerjisiyle çalışan bir buzdolabı geliştirdi. İlk-örneği Johannesburg’da yapılan Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı’nda tanıtılan buzdolabı, yoksul ülkelerin umudu olacak. Çünkü 50 dolardan az bir fiyatla satışa çıkacak ve daha çok Afrika ve Asya’daki fakir ülkelere satılacak. Güneş panellerine hapsettiği ışınları buzdolabı soğutucusunu çalıştırmak üzere enerjiye çeviren “solar freeze” adındaki bu icat, lüks tüketim alanlarında da kullanılabilecek. Örneğin yatlarda, ısınan telekomünikasyon aletlerinin soğutulması için de aynı mekanizmadan yararlanılması düşünülüyor… bu sistemle ateş buza dönüşüyor!

Greenpeace’in hesaplarına göre önümüzdeki 10 yılda yakıt istasyonlarına ve gelişmekte olan ülkelerdeki alt yapı çalışmalarına harcanacak 500 milyar doların yarısıyla en fakir 2 milyar insana yenilenebilir enerji kaynakları sağlamak mümkün. Enerji uzmanları ise Greenpeace’in bu hesaplarını aşırı iyimser bulup, dünyanın daha onlarca yıl fosil yakıtlara mahkum olduğunu, rüzgar ve güneş gibi yenilenebilen enerji kaynaklarına henüz fazla bel bağlanmaması gerektiğini söylüyorlar. “Sürdürülebilir kalkınma” kavramı, işte tam da bu gibi tartışmaların gündeminde.

Sürdülebilir ekonominin ön koşulu kaynakların korunması ve etkili kullanımı. Bunlar özellikle enerji üretimi ve su yönetimiyle yakından ilgili. Hemen ardından yoksullukla mücadele ve küreselleşme sorunları geliyor. Üstesinden gelinmesi gereken en büyük görev, küreselleşmeyi tüm insanlar için olumlu bir süreç haline getirmek ve “ekolojik kaynakları tüketmeyen bir akılcılık”la kalkınma stratejisi oluşturmak. On yıl önce Rio’da gerçekleştirilen Dünya Çevre Zirvesi’nin amacı da buydu; onun devamı olan Johannesburg Sürdürülebilir Gelişme Zirvesi’nin de.

Yoksulluk ve çevre sorunları arasında önemli bir bağıntı var: Hayatta kalma mücadelesi yoksulları ve açlık çekenleri hassas ekolojik sistemleri yok etmeye zorlayabiliyor. Örneğin yakıt ve inşaat malzemeleri bu insanlar için çok pahalı. Onlar da ihtiyaçlarını karşılamak için ormanları kesmeye mecbur kalıyorlar. Orman kaybı biyolojik çeşitliliği azaltıyor, yeraltı sularının seviyesini düşürüyor ve çölleşmeyi hızlandırıyor. Bunların sonucunda tarımsal verim düşüyor ve bundan en çok yine yoksullar etkileniyor çünkü kendi ürettikleri dışında gıda satın alma olanakları da yok.

Eylül 2000’de New York’ta gerçekleştirilen Milenyum Zirvesi’nde bir araya gelen devlet başkanları, aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanların sayısını 2015 yılına kadar yarı yarıya azaltmaya karar verdiler.




15.7.03

Hızlı Trenler

Hızlı trenler, dünyanın bir çok ülkesinde ulaşım politikalarının kilit noktası haline gelmiş bir taşıma seçeneği. Zamana büyük önem atfeden çağımızda süratli olmaları en büyük meziyetleri. Bunun dışında çevreye zarar vermemeleri de çok önemli. Ve altyapı yatırımları ilk anda masraflı gibi görünse de aslında uzun vadede en ucuz taşıma biçimi hızlı trenler.

1970’lerde başlayan petrol krizi, fiyat dengelerinin değişeceğinin ve taşımacılıkta dar boğaz yaşanacağının habercisi olunca, “eski dost” trene dönme olasılığı gündeme geldi. Bu fikrin öncülü, 1964’ten beri Japonya’da Tokyo-Osaka arasında çalışan ilk hızlı trendi. Fransa da ‘60’lı yılların başından beri bu konuda ciddi çalışmalar yapıyordu. Zaten bugün de hızlı trenlerde ilk iki sırayı yine bu ülkeler alıyor.

Uçaklarla boy ölçüşebilir hıza ve rahatlığa sahip hızlı trenler özellikle Batı Avrupa’nın kara trafiğini hafifletmiş durumda. Bu trenlerde birim mesafede taşınan yolcu başına enerji tüketiminin düşük olması, çevre kirliliğinin önlenebilmesi ve gayrısafi milli hasılada tasarruf yapılması bakımından çok önemli. Hızlı trenlerin enerji tüketimi normal trenlere göre daha fazla ama bir otomobilin tükettiğinin yarısı ve bir uçağınkinin de üçte biri kadar. Tercih nedenlerinin bir başkası ise, güvenlik. Bugüne kadar ciddi boyutlarda sadece iki kaza geçmiş kayıtlara. Kazaların birinde can kaybı olmazken diğerinde bir kişi -makinist- yaşamını yitirmiş.

Bu trenlerin teknik açıdan olumsuz olarak görülebilecek özellikleri ek altyapı gereksinimleri. Engebeli araziden geçen tren yolları, daha fazla tünel, daha fazla köprü yapımı anlamına geliyor. Ama maliyeti artıran bu seçenekte bile otoyol yapımında kullanılan arazinin daha azı kullanılıyor. Bir başka olumsuz yanları ise biraz gürültülü olmaları. Buna yönelik olarak vagonların içine ses yalıtımı için esnek bloklar, dışına da akustik duvarlar konulması üzerine çalışılıyor.

1990 Mayıs’ında gerçekleştirilen saatte 513 km. hızla dünya rekorunu elinde tutan Fransa’da işletilen hızlı trenlerin adı TGV. Fransa’dan sonra ikinci sırada gelen Japonya’nın hızlı trenlerinin adı ise Şinkansen. Almanya’daki hızlı trenler Inter City Express; İspanya’dakiler AVE; İngiltere’dekiler IC225, İtalya’dakiler ise ETR 450 gibi adlar alıyor. Bir de Paris-Londra arasında Manş Tüneli’nde hizmete giren Eurostar var. Fransız TGV’lerinin çalıştığı bu uluslararası hatla ilgili ilginç notlar var:

Eurostar’ın Paris-Tünel hattındaki hızı saatte 267 km. iken, Londra-Tünel arasındaki hızı 102 km.ye iniyor. Bunun sebebi, trenin iki ülkede işletildiği hatların birbirinden farklı olması. Ayrıca ülkeler arasında farklı sinyalizasyon sistemleri kullanıldığı için trenin makinistine çok iş düşüyor. Ama bu sinyal sistemlerin normal trenlerinkinden farklı olduğunu söyleyelim: Hızlı trenlerin sinyal sistemi, kabinlerinden izlenebilecek kontrol panellerine temelleniyor.

Hızlı tren dünyasında son zamanların gündem maddesiyse, Paris-Brüksel-Köln-Amsterdam-Londra arasında çalışacak daha geniş bir yüksek hız tren şebekesi.



Gen Çalışmaları



Kaliforniya Üniversitesi bilimcileri manik depresif bozukluğa yol açan geni bulduklarını açıkladılar. Manik depresif psikoz, kişinin duygusal durumundaki bozukluğu tanımlıyor. Mani, nedensiz bir neşenin eşlik ettiği aşırı hareketlilikle, depresyonsa tam karşıtı, çöküntü ve durgunlukla belirleniyor. Asıl hastalığın depresyon olduğu, maninin ise depresyona girmemek için organizmanın geliştirdiği bir savunma mekanizması olduğu sanılıyor. Mani dönemlerinin oluşumunda biyokimyasal nitelikte yapısal bir etmenin varlığına ilişkin bulgular, önceki yıllarda saptanmıştı. İşte Kaliforniya Üniversitesi’nce gerçekleştirilen bu son çalışma, psikiatriye önemli bir katkı yapıyor. Araştırmaya göre, GRK3 adındaki gen, asal yapısını bozan bir değişime uğradığında kişiler mutluluk hormonu olan “dopamin” e karşı aşırı duyarlı hale geliyor. Manik depresif bozukluğa bunun yol açtığını belirten araştırmacılar, bu yeni bilgiyle yeni ilaçların üretimine geçilebileceğini belirtiyorlar.

Gece Kuşu Geni

İngiltere Surrey Üniversitesi öğretim üyesi Simon Archer’a göre, geceleri çalışmayı seven kişilerde, bir genin kısa versiyonuna daha sık rastlanıyor. İngiltere’deki St.Thomas ve Hollanda’daki Gelderse Vallei hastanelerinde yapılan araştırmalar sonucunda, gece ve gündüz çalışma tercihleri ile bir gen arasında bağlantı olduğu saptanmış. Period 3 adındaki genin, insanların biyolojik saatini ayarlayan genlerin bir parçası olduğunu ifade eden Simon Archer, Period 3’ün kısa ve uzun olmak üzere iki türü olduğunu; kısa biçiminin geceleri uyumayıp çalışmayı tercih eden ve uyumakta zorlanan kişilerde daha çok görüldüğünü bildiriyor.

Neden farklıyız, neden!

Reuters kaynaklı habere göre, eşcinselliğin bir tercih olmadığı, kaynağının genlerde olduğu bulgulanmış. Amerika’daki Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles Tıp Okulu’ndan bilimcilerin yaptıkları araştırma, cinsel kimliği genlerin belirlediğini ortaya çıkarmış. Genetik uzmanı Dr.Eric Vilain “Araştırmamız, anatomimiz dikkate alınmadığında “neden kendimizi kadın veya erkek olarak hissediyoruz” sorusunun cevabını veriyor. Cinsel kimlik, doğumdan önce oluşuyor.” diyor.

Cinsiyetle ilgili genlerin saptanmış olması, bazı sorunlu bebeklerin durumuna da ışık tutabilecek. Çünkü her 100 bebekten biri hem erkek hem dişi cinsiyette doğuyor.

Söz konusu araştırma aynı zamanda dişi ve erkek beyinlerinin farklı işlemesinden sorumlu olan 54 tane de gen saptamış. Kadın ve erkek beyinlerinin hem anatomisinin hem de işlevinin farklı olduğunu belirten Dr.Vilain, “beyinlerinin simetrik olması, kadınların kendilerini sözel olarak daha rahat ifade ettiklerinin açıklaması olabilir.” diyor.

Limbik Tepkiler

Kaliforniya Üniversitesi araştırmacılarının yaptıkları beyin taramalarının sonuçlarına göre, kadınlar acı hissetiklerinde, beyinlerinin duygularıyla ilgili bölümüyle, yani limbik bölgeleri ile tepki veriyormuş. Erkeklerde ise acıya tepki veren kısım, beynin çözümleyici kısımları olan bilişsel bölgeymiş. Araştırmayı yürüten Dr.Bruce Naliboff, “beyindeki tepki alanlarının farklı olmasının sebebinin ilkel zamanlara dayanıyor olabileceği” görüşünde.

Çünkü bu dönemde kadın ve erkek rolleri arasında daha kesin çizgiler vardı. Türler arasındaki farklılıkların gelişmesinde, “strese verilen tepki farkı” rol oynamış olabilir. Dr. Naliboff’a göre erkek beyninin, acıya, mantıkla ilgili bölümüyle tepki veriyor olması, acı karşısında “savaş ya da kaç” tepkisini geliştirme zorunlululuğu yüzünden. “Kadınlarda ise çocuklarını koruma dürtülerinden dolayı acıya tepki daha duygusal bir düzlemde şekillenmiş olabilir” diyor.

Manik-Depresyonun Kaynağı

Kaliforniya Üniversitesi bilimcileri manik depresif bozukluğa yol açan geni bulduklarını açıkladılar. Manik depresif psikoz, kişinin duygusal durumundaki bozukluğu tanımlıyor. Mani, nedensiz bir neşenin eşlik ettiği aşırı hareketlilikle, depresyonsa tam karşıtı, çöküntü ve durgunlukla belirleniyor. Asıl hastalığın depresyon olduğu, maninin ise depresyona girmemek için organizmanın geliştirdiği bir savunma mekanizması olduğu sanılıyor. Mani dönemlerinin oluşumunda biyokimyasal nitelikte yapısal bir etmenin varlığına ilişkin bulgular, önceki yıllarda saptanmıştı. İşte Kaliforniya Üniversitesi’nce gerçekleştirilen bu son çalışma, psikiatriye önemli bir katkı yapıyor. Araştırmaya göre, GRK3 adındaki gen, asal yapısını bozan bir değişime uğradığında kişiler mutluluk hormonu olan “dopamin” e karşı aşırı duyarlı hale geliyor. Manik depresif bozukluğa bunun yol açtığını belirten araştırmacılar, bu yeni bilgiyle yeni ilaçların üretimine geçilebileceğini belirtiyorlar. (Haziran 2003)

Genlerimin Cinsiyeti

Gen çalışmalarından çarpıcı bir haber daha: Reuters kaynaklı habere göre, eşcinselliğin bir tercih olmadığı, kaynağının genlerde olduğu bulgulanmış. Amerika’daki Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles Tıp Okulu’ndan bilimcilerin yaptıkları araştırma, cinsel kimliği genlerin belirlediğini ortaya çıkarmış. Genetik uzmanı Dr.Eric Vilain “Araştırmamız, anatomimiz dikkate alınmadığında “neden kendimizi kadın veya erkek olarak hissediyoruz” sorusunun cevabını veriyor. Cinsel kimlik, doğumdan önce oluşuyor.” diyor.

Cinsiyetle ilgili genlerin saptanmış olması, bazı sorunlu bebeklerin durumuna da ışık tutabilecek. Çünkü her 100 bebekten biri hem erkek hem dişi cinsiyette doğuyor.

Söz konusu araştırma aynı zamanda dişi ve erkek beyinlerinin farklı işlemesinden sorumlu olan 54 tane de gen saptamış. Kadın ve erkek beyinlerinin hem anatomisinin hem de işlevinin farklı olduğunu belirten Dr.Vilain, “beyinlerinin simetrik olması, kadınların kendilerini sözel olarak daha rahat ifade ettiklerinin açıklaması olabilir.” diyor.


Sinestetik misin?!

Her bin kişiden bir ya da ikisi için kokular ve tatlar şekilli, sesler ise renkliymiş. Bu insanlara sinestetik deniyor. Sinestetikler motorlu testerenin sesini “kırmızı” olarak algılıyor; piyano sesini “yarım daire” olarak tanımlıyor; çorbanın tuzu eksik olduğunda “yeterince köşeli olmadığını” düşünüyorlarmış.
İşin aslı, bu insanlarda farklı duyuları birbirine bağlama yeteneği bulunuyor. Bunun nedeni ilk iki yaş gelişiminde aranıyor. Hannover Tıp Yüksekokulu profesörlerinden Hinderk Emrich, yeni doğan herkeste sinestezi yeteneği bulunduğuna inandıklarını, ancak bebeğin büyümesiyle duyuları kanalize etmenin öğrenildiğini varsaydıklarını söylüyor. Sinestetikler ise aradaki bağlantının kopmadığı kimseler.